Archive for category Daybook

Fabrika Ayarları

Yalnız ‘var’ olmak, bencillik, sahip olma hırsı, aykırı davranmak, utanmamak, cekinmemek, ulu orta pisliğini yapmak, herseye merak duymak, başkasına sürekli ihtiyaç duymak, işlerini sürekli başkasına yaptırmak, yalnızca (her ne kadar saçma olsa da) isteğin olsun, ihtiyacın yerine gelsin diye bağırıp çağırmak, isyan etmek, ağlamak, ne istediğini ifade bile edememek,…
Tüm bu sayılanlardan bile fazlasına sahip biriyle – haydi anlaşalım en azından birkaç yıl – birlikte geçirmek ister miydiniz ?
Ben geçiriyorum.. Üstelik hayatımda her zaman bana bu yılları yaşatan bu kişi var olsun, sıkıntı yüzü görmesin istiyorum; Kızım …

Buradan yola çıkarak demagojik ağlaşmalarla yazıma devam etmek ve çocuğumuzun kıymetini bilelim ukalalığına varmak yerine, müsaadenizle farklı bir bakış açısıyla zamanınızı almak istiyorum.

Etkileşim Döngüsü‘ adını verdiğim bir başka yazımda farklı bir konuyu dile getirme fırsatı bulmuş olsam da, orada da kullandığım birkaç cümleyi yine tekrar etmek isterim : “… İdrâk yaşımızla, beyin yaşımız eşit değil malesef. Üstelik idrâkimizin başlangıç anını da bilemiyoruz. Bulutlar içindeki bir süreçten geçmişiz, birden düşüncelerimiz oluşmuş sanki ve biz gercekten “biz” olmuşuz… Hepimiz ayrı birer “ben” ! …”

Gözlemlemeye, analiz etmeye, farkında kalmaya çalışmaya her zaman elimden geldiğince zaman ayırmaya çalışmışımdır. Kimbilir belki ister istemez hobim olmuştur ya da bilmediğim bir etkinin tepkisinden ötürüdür. Ancak kızım doğduğundan beri, hep merak ettiğim konular; nelere doğuştan sahip olduğumuz ve neleri sonradan öğrendiğimiz gibi aklımın her zaman bir köşesinde bulunan soruları – her ne kadar araştırmak vazgeçilmezim olsa da – yaşayarak, gözlerimin önünde izleyerek gözlemleme fırsatımın olması ayrı bir heyecan veriyor bana.

İlk vardığım noktayı anlatabilmem çok zor olmayacak sanırım. İlk paragraftaki – belki de lanet edebileceğimiz insan türü – biziz, hepimiziz, neredeyse hiç bir farkımız da yok ve fabrika ayarlarımız da bu özelliklerimiz. Hayatın bir çan eğrisinden ibaret olduğunu ifade eden genel bir kavramı sanırım çoğumuzun en azından duymuşluğu vardır; kimbilir belki de yaşlandıkça yine aynı tasvire dönüyor olmamızın sebebi de bu gerçeği bilinçsizce farketmemiz ve yaşamın yalnızca idrâk süremlzln bize izin verdiği kadar sürdüğünü anlamamızdır.

Buradan geleceğim bir diğer nokta ise yine idrâk yaşı problemi ! Belki o kadar zor ve sancılı ki fabrika ayarlarından çıkıp yeni ve birbirinden farklı insanlar olma surecimiz, hatırlamayı vücudumuz kabullenmek istemiyor, bir şekilde reddediyor.

Çan eğrisinin varlığını kabul edersek yaşlandıkça unutmamız, derimizin ve psikolojimizin kalınlaşması, ölümü/yok olmayı kabullenme sürecine girmemiz de bi nevi bu savı destekliyor gibi geliyor bana. Belki bunamak dediğimiz şey bile artık yeni tecrübeler edinmeyi kaldıramayacak olanların geldiği son nokta ve vücutlarının tepkisidir !

Normal şartlar altında, sizce de yaşlandıkça yine aynı tasvire ya da benzerine geçiş yapmıyor muyuz ? :

Yalnız ‘yok’ olmak, bencillik, sahip olma hırsı, aykırı davranmak, utanmamak, cekinmemek, ulu orta pisliğini yapmak, herseye merak duymak, başkasına sürekli ihtiyaç duymak, işlerini sürekli başkasına yaptırmak, yalnızca (her ne kadar saçma da olsa da) isteğin olsun, ihtiyacın yerine gelsin diye bağırıp çağırmak, isyan etmek, ağlamak, ne istediğini ifade bile edememek,…

Etkileşim Döngü’sünden sonra bir de Yaşam Döngüsü diye bir kavram ile çıkmıyorum karşınıza, söz ! Yalnızca birkaç fazladan cümleyle şunu ifade etmek istiyorum : Bizi rutinden çıkarıp farklı bir insan yapan, kendimizi farklı hissettiren, egomuzu, karakterimizi, heveslerimizi oluşturan; özetle bize özel neyimiz varsa yalnızca idrâkımızın varlığı ile sınırlı günlerde yaşadığımız tecrübe ve tercihlerimiz gibi görünüyor.

Yaşanılan herşeye engel olmak mümkün değil doğal olarak, ancak tercihlerimizi belirlemek ve aklımız çalıştığınca kim ve ne olmayı istemek belli ki elimizde..

Kızım sayesinde hepimizde doğuştan var olduğunu gördüğüm bazı özellikler konusunda kendi adıma birkac karar aldığımı söylemeyi de eklemek isterim : En basitinden eskiden çekindiğim, geleneksel ve (artık gereksiz olduğunu düşündüğüm) bazı davranışları tedirginlik hissetmeden gösterebiliyorum, eskisi kadar hayallerimi, isteklerimi ifade ederken çekinmiyorum, belki de daha çok bencilce davranıyorum ve hakettiğimi düşündüğüm birşey gerçekleşmeyince rahatsızlığımı daha net ifade etmeyi tercih ediyorum.

Sanıyorum özetle en doğal insan mottosu : Carpe Diem + Hakuna Matata

10.03.2016 01:21

, ,

Leave a comment

Etkileşim Döngüsü

Aradım, arıyorum, arayacağım… Her defasında kayboldum, sonsuz defa kaybolacağım. Arayışın ve kayboluşun sonsuzluğuna inancım tam…

Hepimiz kendimizi bildiğimizden beri yaşıyoruz, değil mi ? Ancak dünyaya ilk geliş anımızı kendimizden değil, bize anlatılanlardan biliyor ya da tahmin yürütüyoruz. Öğrendiklerimizin ise diğerlerininkilerden farkı yok; fiziksel bir birleşmenin ürünü olarak yine fiziksel olarak bir rahim’den yerküre’ye olan yolculuk… İdrâk yaşımızla, beyin yaşımız eşit değil malesef. Üstelik idrâkimizin başlangıç anını da bilemiyoruz. Bulutlar içindeki bir süreçten geçmişiz, birden düşüncelerimiz oluşmuş sanki ve biz gercekten “biz” olmuşuz… Hepimiz ayrı birer “ben” !

Bunun gibi yalnızca silüet süreçler ve bunun gibi süreçlere duyulan doğal merak, “Nasıl varız ?” , “Neden varız ?” soruları ile başlayıp koskoca bir arayış olan Felsefe’yi doğurmuştur. Ancak bu soruları kendisine sorup uzun zihinsel yolculuklar yapan ve kendilerine filozof dediğimiz kişilerin, çıktılarını Felsefe’ye katkısı olsun diye değil, ıstırap dolu yolculuklarına yardım edebilecek yoldaşlar bulmak umuduyla verdiklerini düşünüyorum. Bana göre varoluşu sorgulayan felsefi ürünlerin herbiri ya içten birer haykırış, ya da son durağına varıldığı sanılan yolculukların ardından kaleme alınmış hatıra notlarıdır…

Doğadaki yaşam döngüsünü hemen hepimiz hatırlarız sanırım. Bu döngünün unsurları olan “varlık”ların var olma nedenleri yaşamın sürdürülmesi. Boşu boşuna yaratılmış bir varlık yok. Tabir yerindeyse herkes birbirini yiyor.. Herhangi bir unsurun yok olması yaşamın da yok olması tehlikesini beraberinde getiriyor. Ters açıdan bakarsak yaşayan her varlığın bir varolma sebebi olması gerektiği sonucu çıkıyor.. İnsan türü olarak doğadaki yaşam zincirinin birer unsuruyuz ve bizim de var olma sebebimiz var. Ancak döngüdeki diğer türlerin genel anlamda tekil olarak katkısı bugünkü bilgilerimiz ışığında ihmal edilebilirken, insanın edilebilir mi ?

İnsan için yapılan ve benzersiz olduğunu betimleyen klasik tanım insanın düşünen bir hayvan olduğudur. Düşünme, tecrübelerini yorumlama ve üretme yeteneği diğer türler yerine yalnız insana lütfedildiğine göre, insan türünün diğer unsurların aksine bireysel olarak da bir varolma sebebi olduğuna inanıyorum.. İşte bu yüzden ben “Neden Varız?”, daha doğrusu “Neden Varım ?” sorusunu hep merak etmişimdir.

Soruya hem net olarak bir cevabım var diyemem hem de cevaplamanın haddime olduğunu iddia edemem. Yalnızca tamamen içgüdüsel bir meraktan ve merak ettiğim sorular üzerine detaylıca kafa yormaktan, biraz da edindiğim toplam bilgi birikiminden dolayı varolmanın etkileşimi üzerine naçizane fikirlerim oluştu.

Her insanın bireysel olarak etkile(n)diği ve ismine “Etkileşim Döngüsü” diyebileceğim bir kavramdan bahsedebilirim. Bu kavrama göre Newton’un maddeler arasındaki kütle çekim yasası gibi insanlar arasında da benzer psikolojik ve sosyal bir etkileşim olduğunu düşünüyorum. Bir insanın belirli bir davranışı, sözü ya da özelliği başka bir insanın üzerinde küçük ya da büyük değişimlere sebep olabilirken, etkilenen insanın yeni kazandığı özellik bir başka insanın değişimine farklı açılardan temel oluşturabiliyor. Etkiden tepki, bu tepkinin yarattığı etkiden ise yeni bir tepki gelişiyor ve sonsuz olasılıkla bu döngü devam ediyor.

Yaşam döngüsünde yer alan insanlar olarak hepimizin kendi yaşamımızı da sürdürebilmemiz, hayata tutunabilmemiz için bir nedene ve ömrümüzün sonuna dek taşımamız gereken büyük bir amaca – ya da birden fazla, birbirini doğuran amaçlar sistemine – ihtiyacı var. Zihinsel ve fiziksel sağlığımızı korumak için buna gereksinim duyuyoruz ve bunun sonucu olarak da sosyalleşiyoruz. “Etkileşim Döngüsü” de işte tam bu noktada başlıyor..

Sosyalleşirken hepimiz birbirimizle iletişim kuruyoruz. Bu iletişim sonucunda da iyi veya kötü sonuçlar zinciriyle kümülatif hayat tecrübemiz oluşuyor ve her an genişlemeye devam ediyor. Daha somut örnekler de verilebilir : Küçüklüğünden itibaren sürekli olarak babasının kötü davranışına maruz kalmış bir çocuğun bu süre boyunca etkilenmeyecek olması ve bu etkinin sebep olduğu bilinçaltı tepkileriyle yaşamaması mümkün değil. Kötü etkinin kötü tepki doğurduğunu farzedersek, bu durumda kendi çocuğuna da aynı davranışlarda bulunan bir babanın daha var olma ihtimali yüksek. Bu senaryoda her nesilde etkilenen birer insan oldu sadece. Daha büyük oynayalım ve Hitler’i düşünelim. “Über Alles” ya da “Heil” diyerek dünyaya gelmemiştir muhtemelen. Babasının ölümüyle birlikte annesinin yanından ayrılıp sefalet içinde sokaklarda boyacılık, inşaatlarda işçilik yapmakla başlayan serüvenin sonu malum.. Bu acı süreçte kıyıma uğramış yahudi aileler Hitler etkisine karşılık en olumsuz tepkiye uğramış topluluk. Aynı zamanda Hitler’in isminin geçtiği anda yüzü kızaran günümüzdeki Almanlar’ı ise Etkileşim Döngüsü’nün kötü etkiden doğan iyi tepkinin oluşturduğu bir zümre olarak yorumlayabiliriz.. İyi tepkiye iyi etki örneği olarak ise Mevlana, Yunus Emre gibi aslında yalnız kendi ilahi aşkını arayan fakat ilerlediği yolda topladıklarını eser olarak paylaşmış ve 700’e yakın yıl geçmiş olmasına rağmen birçok insana halen ilham olan kişiler düşünülebilir..

Derinlemesine düşündükçe daha ilginç etkileşimler akla gelebiliyor. Örneğin doğduktan çok kısa bir süre sonra ölen bir çocuğun döngüdeki yeri nedir ? Üstelik bahsettiğim idrâk süreci de henüz başlamamışsa ?.. Bu şekilde dünyadan ayrılmış bir çocuğun ailesi üzerinde bırakacağı etki, azımsanmayacak ve ailenin her bireyini biçimlendirecek derecede güçlü olacaktır. Benzer şekilde akıl ehliyeti olmayan ya da eksik olan hasta insanların da çevresinde oluşturduğu biçimlendirici etkisi sanırım tartışılmaz.

Etki-tepki zinciriyle oluşan Etkileşim Döngüsü’nün bu noktada “Neden Varız ?” sorusuna paralel olarak ışık tutabileceğini farkettim. Dini açıdan bakan “kader” diyebilir, matematiksel açıdan bakan “olasılık” diyebilir, bazılarının aklına “kelebek etkisi” gelebilir vs. vs.. Her durumda Etkileşim Döngüsü’nün varlığını kabul ettiğimde ve insanın tür olarak yaşam döngüsünün bir unsuru olduğunu, bireysellik açısından düşünen bir hayvan olarak türünün içinde hayatta kalabilmesi için sosyalleşmesi gerektiğini, bu sosyalliğin ise kendi içinde bir etki-tepki döngüsü oluşturduğunu tümdengelim ile varsaydığımda, her ayrı insanın varlığının da bir “Neden ?” sorusuna yanıt vermesi gerektiği düşüncesine ulaştım. Sonuç olarak, etkileşim zincirinin sürmesine hepimiz bir şekilde hizmet ediyoruz ve başka insanları etkiliyoruz ya da başka insanlardan etkileniyoruz. Bu döngünün durmasını da sanırım “Kıyamet” olarak isimlendireceğiz..

Etkileşim Döngüsü bu yüzden “Neden Varız ?” sorusuna genel olarak değil, “Neden Varım ?” sorusuna tekil olarak yaklaşıyor.

Daimi arayışım ve sonsuz kayboluşumda Etkileşim Döngüsü benim ilham kaynağım..

Ben ‘idrâk’imden itibaren kendimi arıyorum. Her bakış açısını içselleştirerek yaşıyorum. Her bakış açısıyla yaşarken yepyeni bakışlar yakalıyorum. Her yeni keşif bilmediğim yeni bir ‘ben’ oluyor. Tüm ben’leri yaşarsam ilk ben’e varacağımı varsayıyorum. Fakat daire çizmeyi hedeflerken bir kez olsun virajla karşılaşamıyorum, her defasında sonsuz bir doğru üzerinde yürüdüğümü hissediyorum. Bu yüzden aradığım ben’i bulmak güç! Arıyorum, arayacağım ve sonsuz defa kendimde kaybolacağım…

, , , , , , ,

Leave a comment

Francisco d’Anconia’nın Para Konuşması (Francisco’s Money Speech)

Ayn Rand’ın “Atlas Silkindi” eserindeki Francisco d’Anconia karakterinin para hakkındaki konuşması sanırım kitabın en dikkat çeken bölümlerden birisi.. Para’nın var olduğu tüm zamanlar için geçerli olduğunu düşündüğüm, kısmen komünizm karşıtı göndermeler içeren ve Amerika kapitalizmi’ne vurgu yapan bu yazıyı vakit ayırabilen herkesin okumasını tavsiye ederim.. Olduğu şekilde aktarıyorum :

(English version of “Francisco’s Money Speech” is available here )

….

Rearden, Bertram Scudder’ın biraz ileride, diliyle damağında “cık cık” sesleri çıkaran bir kıza söylediği sözü de duydu; “Sizi rahatsız etmesine izin vermeyin. Biliyorsunuz, para her kötülüğün kaynağıdır… O da, paranın tipik bir ürünü.”

Rearden, Francisco’nun bu sözü duyabileceğini sanmamıştı, ama genç adamın ciddî ve nazik bir gülümsemeyle oraya döndüğünü gördü. “Demek paranın her kötülüğün kaynağı olduğunu düşünüyorsunuz,” dedi Francisco d’Anconia. “Peki, paranın kökünün ne olduğunu hiç sorguladınız mı? Para bir mübadele aracıdır. Ortada değiş tokuş edilecek ürünler, onları üretecek insanlar olmazsa, para da var olamaz. Para aslında, birbiriyle iş yapmak isteyen insanların, değere karşı değer verme ilkesinin maddî biçimidir. Ürününüzü gözyaşları karşılığında isteyen mızmızların, ya da onu elinizden zorla alan yağmacıların aracı değildir para. Onu ancak üretebilen insanlar mümkün kılmıştır. Bunu mu kötü buluyorsunuz?

“Çabalarınıza karşılık para kabul ettiğinizde, başkalarının çabalarından doğmuş ürünler karşılığında onu elden çıkaracağınıza dair bir taahhütte bulunmuşsunuz demektir. Paraya değer katanlar, mızmızlarla yağmacılar değildir. Okyanuslar dolusu gözyaşı olsa, dünyadaki tüm silahların toplamı olsa, yine de cüzdanınızdaki kâğıtları ekmeğe dönüştürüp yarın sağ kalmanızı sağlayamaz. O kâğıt parçaları… aslında altın olması gerekirdi ya… sizin onurunuzun simgesidir. Üreten insanların enerjisinden payınıza düşendir. Cüzdanınız, çevrenizde paranın kökeni olan ahlakî ilkeler konusunda temerrüde düşmeyecek insanlar bulunduğunun kanıtıdır. Sizin kötü bulduğunuz şey bu mu?

“Hiç üretimin kökenini aradınız mı? Bir elektrik jeneratörüne göz atın, bakalım kendinize onu yaratanların akılsız kabadayılar olduğunu söyleyebilecek misiniz? Tarımı ilk keşfedenlerden size miras kalan bilgiler olmaksızın bir tek tohumdan buğday çıkarın da görelim. Yiyeceğinizi yalnızca fiziksel hareketlerle bulmaya bir çalışın hele. O zaman görürsünüz ki tüm üretilen malların, dünyada oluşmuş tüm servetlerin kökeni insan zihnidir.

“Ama siz diyorsunuz ki, para güçlüler tarafından, zayıfların aleyhine yaratılmıştır! Hangi güçten söz ediyorsunuz? Silah gücü ya da kas gücü değil o. Servet, insanın düşünme kapasitesinin ürünüdür. Bu durumda para, bir motoru icat eden kişi tarafından, o motoru icat etmeyenlerin aleyhine mi yaratılmıştır? Para zekiler tarafından, yoksulların aleyhine mi kazanılmaktadır? Yetenekliler tarafından, beceriksizler aleyhine mi yaratılmıştır? Yoksa hırslılar tarafından, tembellerin aleyhine mi? Para önce yaratılır, ancak ondan sonra yağmalanır ya da sızdırılır. İlk önce dürüst insanların çabalarıyla yaratılması gerekir, buna da herkes kendi yeteneği oranında katkıda bulunur. Dürüst bir insan, ürettiğinden fazlasını tüketemeyeceğini bilen insandır.

“Parayla alışveriş yapmak, iyi niyetli insanların kuralıdır. Paranın dayalı olduğu kural, her insanın kendi zihnine ve kendi çabasına sahip olması kuralıdır. Para, asla sizin çabalarınızın değerini, karşılığında kendi çabasının değerini vermeye razı olmayan birine aktarmaz. Para size, mallarınızın ve emeklerinizin karşılığında, bunlara ihtiyaç duyan insanların atfettiği değeri getirir, ama daha fazlasını getirmez. Para, ticarete girişenlerin zorlamasız kararıyla, her iki taraf için de yararlı olan anlaşmalardan başka türlüsüne izin vermez. Para sizden, insanların kendi yararları için çalıştıklarını, kendi zararları için çalışmadıklarını kabul etmenizi bekler, kendilerinin sizin sefaletinizi taşısın diye doğmuş yük hayvanı olmadığını kabul etmenizi, onlara vereceğiniz şeyin ‘değerler’ olmasını, yaralar olmamasını bekler, insanlar arasındaki ortak bağın ıstırap değiş tokuşu değil, mallar değiş tokuşu olmasını sağlar. Para sizden, zaaflarınızı insanların aptallığına satmanızı değil, istidatlarınızı insanların aklına satmanızı ister, sunulanların en berbatlarını değil, parayla alınabileceğin en iyisini almanızı sağlar. Ve insanlar ticaretle yaşamaya başlayınca ve nihaî karar mercii kuvvet değil, mantık olunca, kazanan hep en iyi ürün, en iyi performans, insanoğlunun en iyi kararları ve en üstün yetenekleri olur; esasen insanın verimliliğinin derecesi de, aldığı ödülün derecesini belirler. Aracı ve simgesi para olan var oluşun kuralı budur. Siz buna mı kötülük diyorsunuz?

“Ama para yalnızca bir alettir. Sizi istediğiniz yere götürür, ama sürücülüğü sizden devralamaz. Size arzularınızı tatmin etme olanağı verir, ama size yeni arzular kazandıramaz. Para, sebep-sonuç kanununu ters yüz etmek isteyen, zihnin ürünlerine el koyarak zihni silmek isteyen insanların kâbusudur.

“Para, ne istediğini bilmeyen insana mutluluk satın alamaz; değer bilmeyene bir değerler kodu veremeyeceği gibi, ne arayacağına karar vermekten hep kaçınmış birine de bir amaç sunamaz. Para budalalara akıl satın alamayacağı gibi, korkaklara alkış, beceriksize saygı da sağlayamaz. Yargılarının yerine parasını kullanarak kendinden üstün olanların beyinlerini satın almaya kalkışan insan, kendinden altta olanların kurbanı durumuna düşer. Akıllı insanlar onun yanından kaçar, çevresine yalnız hilekârlarla sahtekârlar toplanır, bunu sağlayan da, o kişinin henüz keşfetmediği bir kanun olur… O kanun, hiç kimsenin kendi parasından daha küçük olamayacağı kanunudur. Siz bu nedenden ötürü mü buna kötü diyorsunuz?

“Parayı miras olarak devralmaya layık insan, ancak o paraya ihtiyacı olmayan insandır. Nereden başlarsa başlasın, nasılsa kendi servetini kazanabilecek olan insandır. Eğer mirasçı, o paraya denkse, para ona iyi hizmet eder; değilse, para onu mahveder. Ama siz bu durumu seyreder, para onun ahlakını bozdu, dersiniz. Yoksa o mu paranın ahlakını bozmuştur? Değersiz mirasyediye asla imrenmeyin. Onun parası sizin değildir, zaten o parayı siz de daha iyi kullanamazdınız. O para bize paylaştırılmalı, bir parazit yerine dünyada elli parazit olmalı, diye de düşünmeyin. Bu da o servetin altında yatan ölmüş iyilikleri geri getiremez. Para, köklerinden koparılınca ölen bir canlı güçtür. Kendine denk olamayan bir akla hizmet etmez. Bunun için mi ona kötü diyorsunuz?

“Para sizin sağ kalma aracınızdır. Yaşam kaynağınız hakkında vereceğiniz hüküm, kendi hayatınız hakkında vereceğiniz hükümdür. Eğer kaynak kötü ve yozlaşmışsa, kendi hayatınızı lanetlemişsiniz demektir. Parayı sahtekârlıkla mı kazandınız? İnsanların günahlarına, aptallıklarına hizmet ederek mi kazandınız? Budalalara hizmet sunmakla, kendi yeteneğinizin hak ettiğinden fazlasını elde etmeyi mi umdunuz? Bu uğurda standartlarınızı mı düşürdünüz? Hor gördüğünüz müşteriler için, tiksindiğiniz işleri mi yaptınız? Eğer öyle yaptınızsa, o zaman paranız size bir anlık, bir kuruşluk sevinç bile getiremez. O zaman satın aldığınız tüm şeyler, bir takdir değil, bir sitem haline gelir, bir başarıyı değil, bir ayıbı hatırlatır. O zaman avazınız çıktığı kadar, para kötüdür diye bağırmaya başlarsınız. Size özsaygınızı geri getiremediği için mi kötüdür? Yozluğunuzun zevkini çıkarmanıza izin vermediği için mi? Paradan nefret etmenizin kökü orada mı yatıyor yoksa?

“Para her zaman bir etki olarak kalacak, sebep haline gelip sizin yerinizi hiçbir zaman almayacaktır. Para iyiliklerin ürünüdür, ama sizi iyi kılamaz, günahlarınızı telafi edemez. Para sizin, hak etmediğiniz maddî ve manevî değerleri elde etmenize yol açamaz. Paradan nefret etmenizin nedeni bu mu acaba?

“Yoksa siz, her kötülüğün başı, paraya duyulan aşktır mı demek istemiştiniz? Bir şeyi sevmek demek, onun doğasını bilmek ve sevmek demektir. Parayı sevmek de, içinizdeki en iyi güçleri yaratanın o olduğunu, kendi çabanızı, insanlar arasındaki en parlak kişilerin çabalarıyla değiştirmenizin anahtarının da o olduğunu bilmek ve bunu sevmektir. Paradan nefret ettiğini en yüksek sesle haykıran kişi, kendi ruhunu beş kuruşa satmaya en teşne olan kişidir, o zaman nefret duymakta da haklı sayılır. Parayı sevenler onun uğruna çalışmaya isteklidir. Onu hak edebilecek yetenekleri olduğunu bilirler.

“İsterseniz size insanların karakterlerine dair bir ipucu vereyim: Parayı lanetleyen insan, onu şerefsizce elde etmiştir; ona saygı duyan insan, hak ederek kazanmıştır.

“Biri size paranın kötü olduğunu söylüyorsa, o insandan canınızı kurtarırcasına kaçın. O söz, yaklaşan bir yağmacının ayak sesidir. İnsanlar yeryüzünde bir arada yaşadıkça ve ihtiyaç da birbirleriyle iş yapma yönünde oldukça… eğer parayı terk ederlerse tek alternatifleri bir silahın namlusu olur.

“Ama eğer para kazanmak ya da onu muhafaza etmek istiyorsanız, bu iş sizden en yüksek değerleri bekler. Cesareti, gururu ya da öz saygısı olmayan insanlar, paralarını hak ettiklerine inancı olmayan, onu canı gibi korumaya niyeti olmayan insanlar, zengin oldukları için özür dilemeye kalkanlar… uzun süre zengin kalmayacaklardır. Yüzyıllardır kaya oyuklarına saklanan yağmacı takımının doğal yemleridir onlar. Servet sahibi olduğu için suçluluk duyan, özür dilemeye kalkan adamın kokusunu aldıkları anda deliklerinden çıkmaya başlarlar. Çabucak onu bu suçluluk duygusundan kurtarmaya çalışırlar… Sonunda canını da alırlar… O da, bunu hak etmiştir.

“Bir de çifte standartlı insanların yükselişini göreceksiniz. Bunlar kuvvete dayanarak yaşarlar, ama yağmalayacakları servetin yaratılması için de ticaretle yaşayanlara ihtiyaçları vardır. Bunlar iyiliklerin asalaklarıdır. Ahlaklı bir toplumda bunlar suçlu sayılır, sizi onlara karşı korumak için yasalar, yönetmelikler çıkarılır. Ama bir toplum, haklı suçlular, yasal yağmacılar yaratmaya başlarsa, savunmasız kurbanların servetini çalan bu kişilere karşı bir önlem almazsa, o zaman para, kendini yaratanın intikam aracı haline gelir. Bu yağmacılar, savunmasız insanları soymanın bir tehlikesi olmadığını sanırlar, çünkü o kişilerin savunma mekanizmalarını yok edecek yasaları çıkarmışlardır. Ama ele geçirdikleri servet de, daha başka yağmacılar için mıknatıs işlevi görmeye başlar, yeni gelenler de serveti, ilk çalanların elinden, aynı yolla çalarlar. Böylece yarışı kazanan, üretimde en yetenekli olan değil, gaddarlıkta en acımasız olandır. Kuvvetin standart haline geldiği yerde, katil her zaman yankesiciyi yenecektir. Ondan sonra da medeniyetin kendisi ortadan kalkar, yerini harabelere ve katliamlara bırakır.

“O günün yaklaşıp yaklaşmadığını bilmek mi istiyorsunuz? Paraya bakın. Para, toplumsal değerin barometresidir. Ticaretin, iki tarafın rızasıyla değil de, zorlamayla yapıldığını görürseniz, üretebilmek için hiçbir şey üretmeyen insanlardan izin almanız gerektiğini görürseniz, paranın mal alıp satanlara değil de, ikramlar, iltimaslar alıp verenlere doğru aktığını görürseniz, insanların çalışmayla değil de, nüfuzla zenginleştiğini gözlemlerseniz ve yasalarınız da sizi bütün bunlardan korumuyorsa, tam tersine, o insanları size karşı koruyorsa, yolsuzluğun ödüllendirildiğini, dürüstlüğün kendini feda etme anlamına geldiğini anlarsanız, toplumunuzun yazgısının yok olmak olduğunu anlarsınız. Para öyle soylu bir araçtır ki, silahla rekabet etmez, gaddarlıkla anlaşmaz. Bir ülkenin, yarı hak, yarı yağma ortamında yaşamını sürdürmesine izin vermez.

“İnsanlar arasında yokediciler belirdiğinde, onların ilk yaptıkları şey parayı yok etmektir, çünkü para, insanların koruyucusu ve ahlakî düzenin temelidir. Yokediciler altınları yakalar, sahibine kalp bir kâğıt yığını bırakırlar. Bu bütün nesnel standartları öldürür, insanları rasgele kriterler koyanların kaypak gücüne teslim eder. Altın nesnel bir değerdi, üretilen servetin dengiydi. Kâğıt, var olmayan bir servetin üzerine konmuş ipotektir, silahı da o serveti yaratması beklenen kişilere çevirir. Kâğıt, yasal yağmacıların, kendilerine ait olmayan bir hesaptan kestiği çektir ve kurbanların değerleriyle ödenecektir. O çekin karşılıksız çıktığı, üzerinde ‘hesapta para yok’ damgasıyla geri döndüğü günden kaçının. Kötülüğü var olmanın aracı haline getirdiğinizde, insanların iyi insanlar olarak kalmasını sakın beklemeyin. Ahlaksızların yemi haline gelmek üzere hayatlarını feda etmelerini beklemeyin. Üretim cezalandırılır, yağmalar ödüllendirilirken, onların üretim yapmasını bekleyemezsiniz. ‘Dünyayı kim mahvediyor?’ diye de sormayın. Siz mahvediyorsunuz.

“Dünyanın en üretken uygarlığının en büyük başarıları arasında durmuş, bu uygarlık niçin çöküyor diye merak ediyorsunuz, oysa siz onu besleyen kanı, yani parayı lanetlemektesiniz. Geçmişte vahşiler paraya ne gözle baktıysa, siz de o gözle bakıyorsunuz, ondan sonra da balta gitmemiş ormanlar neden üstümüze üstümüze geliyor, kentlerimizi yutmaya kalkıyor, diye merak ediyorsunuz. İnsanlık tarihi boyunca para, her zaman şu ya da bu isim altında ortaya çıkan yağmacılar tarafından çalındı. Bunların adları değişse de, yöntemleri hep aynı kaldı. Serveti kuvvet kullanarak kaptılar ve üretenleri kıskıvrak, horlanan, şerefsizleştirilmiş kurbanlar durumuna soktular. Paranın kötü olduğuna dair, kendinizi haklı göre göre sarf edip durduğunuz o cümle, aslında köle çalıştırarak servet edinilen çağlardan kalmış. O köleler, bir zamanlar biri tarafından keşfedilmiş hareketleri tekrar tekrar yapadurmuş, yüzyıllar boyunca hiçbir şey bir adım bile ilerlememiş: Üretim güç kullanarak yönetiliyorsa ve servet fetihle ediniliyorsa, o zaman fethedilmeye değer pek fazla şey yok demektir. Bununla birlikte, durgunlukla, açlıkla geçen yüzyıllar boyunca insanlar hep yağmacıları, kılıçların aristokratlarını, doğuştan aristokratları, mevki aristokratları olarak baş tacı etmiş, asıl üretenleri de köle diye, tacir diye, dükkâncı diye… ve sanayici diye horlamış durmuşlardır.

“Eğer bana Amerikalıların en fazla gurur duymaları gereken şeyin ne olduğunu sorarsanız, bunun, ‘para yapmak’ sözünü icat etmeleri olduğunu söylerim, çünkü bu, diğer her şeyi de içeriyor. Daha önce dünyanın hiçbir ulusu ya da dili, bu sözü kullanmamıştır. İnsanlar serveti her zaman statik bir varlık olarak düşünmüş, ya ona el konur, ya dilenilir, ya miras kalır, ya paylaşılır, ya yağmalanır ya da ikram olarak verilir, demişlerdir. Servetin önce yaratılması gerektiğini ilk anlayanlar Amerikalılar olmuştur. ‘Para yapmak’ sözü, insanlık ahlakının temelini yansıtmaktadır.

“Ama yine de, yağmacı kıtalarda yaşayan çürümüş kültürler, Amerikalıları bu söz yüzünden kınamışlardır. Şimdi de yağmacı kesimi, en gurur verici başarınızı bir utanç olarak, zenginliğinizi bir suç olarak, büyük sanayicilerinizi kapkaççı olarak, harika fabrikalarınızı kas gücünün eseri olarak, Mısır Piramitleri gibi kırbaç altında inleyen köleler tarafından yapılmış gibi görmenizi istemektedir. Size doların gücüyle kırbacın gücü arasında hiçbir fark görmediğini söyleyen hain, bu farkı kendi kıçında hissederek tanımalıdır…, ki kanımca tanıması da yakındır.

“Paranın tüm iyi şeylerin kaynağı olduğunu keşfedeceğiniz güne kadar, kendi mahvoluşunuzu davet ediyorsunuz demektir. Para insanların birbiriyle iş yapma aracı olmaktan çıktığı gün, insanlar paranın aracı haline gelir. Ya kan, kırbaç, silah… ya da dolar. Kendiniz seçin. Bunların dışında bir seçenek yok, zamanınız da tükeniyor.”

Alıntıdır : Ayn Rand, 1968, ss. 422-428, Atlas Shrugged / Atlas Silkindi. İstanbul : Plato (Belkıs Dişbudak, Çev.)

, , , , , ,

Leave a comment